İLK AVRUPALILAR
İnsanoğlunun Avrupa'ya nasıl veya ne zaman geldiği arkeologlarla prehistoryacılar tarafından çokça tartışılmış ve hala tartışılmaktadır. Neyse ki bu sorular Avrupa tarihini etkilemediğinden bizi de engellemek durumunda değildir. Avrupa'da insanın öyküsünü anlatmaya yaklaşık on bin yıl öncesinden başlayabiliriz. Son buz çağının sonuna yaklaştığı bu dönemde, Homo sapiens sapiens adı verilen insan türü uzun zamandır burada yaşıyordu. Onların yirmi ila otuz bin yıl önce yaşamış ataları da fizyolojik açıdan "modern" insanlar olarak tanımlanmıştır. Onların modern olarak nitelenmesi her şeyden önce beyinlerinin büyüklüğüyle ilgili olup, bu açıdan diğer kıtalardaki türdeşlerine benziyorlardı. Tarih öncesi çağların son aşamasında, Avrupa'nın ilk insanları, genetik olarak dünyanın diğer yerlerindeki insanlarla aynı zihinsel yeteneği paylaşıyordu. Bu yetenek insanlara çevrelerinde değişiklik yapmak, kendi yaşam tarzlarını biçimlendirmek için eşsiz ve içten gelen bir güç ile doğuştan fizyolojik bir ikilik sağlıyordu. Bu özellik insanoğlunu diğer canlılardan ayırt ettiği gibi hala onun için bir sorun oluşturmaktadır. İster fizyolojik ister başka bir kökeni olsun; hem geçmişten gelen duygusal mirasın kısıtlayıcı ve içgüdüsel varlığı hem de bu mirasın pençesini gevşetip sıkabilen akılcı düşünce gücü hala bizi terk etmemiştir. Avrupalılar da bu bakımdan farklı bir özelliğe sahip değildi.
Oysa on bin yıl önce başlayan ve gözle görülür bir evrim geçiren diğer nitelikleri,Avrupalı insanoğlunun hikayesini belirleyip dünyanın başka yerlerindeki örneklerinden farklı kıldı. Örneğin daha MÖ 10.000 yılında bile ilk Avrupalıların koyu tenli olmayacağı belliydi. Üst Paleolitik adı verilen ve son buz çağının bitimine kadar süren dönemde, Avrupa'da yaşayan insanlar fizyolojik açıdan artık ayırt edilir nitelikteydi. Cildin doğal rengi ve deri altı yağların belli yerlere dağılımı,dünyanın başka yerlerinde yaşayan insanlardan farklı görünmelerine yol açıyordu.Yüz yapılarıysa modern Avrupalılardan farklıydı. Ön dişlerin birbirine yapışık görüntüsünün ortadan kalkması için binlerce yıl geçmesi gerekmişti. Bunun için beslenme alışkanlıklarının değişmesi ve dişin alet olarak kullanılma ihtiyacını azaltan teknolojik değişiklikler olması gerekiyordu. Diş yapısının değişmesini çene şeklindeki değişiklikler izlemişti. Genetik olarak aktarılan diğer özellikler ve yetenekler hakkındaki varsayımlar mevcut bilgi düzeyimizle verimsizdir (ki bu isabetlidir, zira bazıları bu varsayımları endişe verici bulmaktadır).
Doğayla başa çıkarak hayatta kalmayı başarmada kültürel ve teknolojik etkiler, ancak genetik etkilerden sonra gelir. Homo sapiens türü, bütün dünyada daha son buz çağı başlamadan önce keşfedilen ve yetkinleştirilen birçok önemli becerisini kuşaktan kuşağa aktardı. Bu beceriler buz çağının yarattığı zorluklara rağmen yaşamayı kolaylaştırmış olsa gerek. İnsanoğlu uzun zamandan beri konuşma yeteneğine sahipti ve ateşin nasıl yakılacağını biliyordu. Ateş yakmak için delginin ilk kez ne zaman kullanıldığını bilmiyoruz ancak ne zaman gerçekleştiyse, muhtemelen insanların uyguladığı bir eksen etrafında dönen ilk hareket buydu. Aynı yöntem daha sonra, taştan yapılan balta başlarını saplarına geçirmek için delik açmak amacıyla da kullanılmıştır. Bunu yapabilmek için yay kirişi ve zımpara kullanıldı. Daha yakın zamanlarda, Avrupa'daki (ve başka yerlerdeki) insanlar yüz binlerce yıldan beri kullanılan taş teknolojisine boynuz ve kemikten alet yapma becerisini eklediler. Böylece yiyecek toplama ve soğuk hava koşullarıyla boğuşma konusunda kendilerine yardımcı olan ve zıpkın, iğne gibi aletlerden oluşan nispeten uzmanlaşmış bir alet takımına kavuştular. Ayrıca çamur ve kemik tozunu karıştırarak insan elinden çıkma ilk malzemeyi ürettiler.
**
İlk Avrupalıların zihinsel davranışları hakkında emin bir şekilde konuşmaktansa varsayımda bulunmak daha kolaydır. Doğal dünyayla ilişkileri konusunda birtakım gizemli inançları olduğu hemen hemen kesindir. Bazı uzmanlar bu inançların günümüze kadar gelebilen ilk sanat eserlerinde; büyük mağara resimlerinde, Avrupa'nın pek çok arkeolojik kazı yerinde bulunan küçük heykelciklerde, kemik veya fildişi gereçlerin üzerine kazınan resimlerde, geometrik şekiller verilen çakıl taşlarında dile getirildiğini öne sürer. Bunların, yaşadıkları küçük topluluklar arasında paylaşımda olup olmadığı veya nasıl paylaşıldığını söylemek imkansızdır. Bu insanlar üzerindeki perdeyi kaldırdığımız zaman, toplumsal örgütlenmelerinin düşüncelerinden daha karanlıkta kaldığını görürüz. Anlaşıldığına göre, buz çağlarını atlatan insanlar bir süre, eskiden olduğu gibi kendilerini soğuktan koruyan mağaralarda yaşamaya devam etmişlerdi. Hayatlarını avcılık ve balıkçılıkla sürdürüp, hayvan derisinden basit giysiler yaptılar ve bazen bunları kemikten yapılma boncuklarla süslediler. Toplulukları birbirinden adeta yalıtılmış durumda olabilirdi zira etrafta çok az insan vardı. Bir tahmine göre, MO 7500'te buzlar çözüldüğünde, "4;000.000 çizgisine yaklaşan" toplam insan nüfusunun belki 250.000'i Avrupa'da yaşıyordu.
Kaynak:Avrupa Tarihi-J.M.Roberts
İnkilap Yayınevi
Yorumlar
Yorum Gönder